Sayfalar

13 Mayıs 2015 Çarşamba

SOMA

 
 
Yüreği yangın toprağın
Güneş öyle siyah doğdu 
Hava küskün ciğerlere
Toprak yığın, toprak korkak
Titrek, uzanmış elleri sarar
Hangi ağıt yeter anlatmaya 
Bu keskin matemi
Deler geçer bir güz gibi tüm sessizlikleri
Çığlık haykırışlar duyan ilgilenmez
Kime söylese kara duman
Katili aç gözlü, kurban nefessiz
Ses ver toprak ses ver
Yüzlerce ömür, binlerce sevgi gömüldü altına 
Ses ver
Siyah battı güneş
Feryadına sevgilerin ses ver
Ağlayan gözler değil ruhlar artık
Sahte yükseklikten ses gelmez kötücül suskunluğu onların
Yüzü kömür ruhu temizlerin gidişine
ahı topla söz ver
 
 
 
301 yaşam, 301 nefes...
Ne anlatır ki, nasıl anlatabilir...
Evladı burnunda tüten annelerin, eşinin yolunu gözleyemeyecek olan kadınların, babasının güçlü kollarını bir daha hissedemeyecek olan çocukların acısı nasıl dillendirilir.
Sonsuz bir yürek sızısı olacak, siyah bir gün kalacak, alındaki kara leke gibi tarihe işleyecek bir gün bugün. Tarihin hiçbir şekilde iyi yargılamayacağı vicdansızlar, bugünü yargısız yaşamaya devam ediyor ya, işte bu her şeyden daha kara!


22 Nisan 2015 Çarşamba

30 Yaşındaysanız Hayat Gerçekten Zor - Burçin Çelik

 
Yirminin coşkusu, yirmi ikinin neşesi, yirmi yedinin sempatisi… Ama otuz! Otuz yani… Hani otuzdan sonrasıydı çabucak geçen, ben yirmilerin nasıl geçtiğini anlayamadım ki daha! Tüm hemcinslerim yaşıyor mu bu buhranı, yoksa yalnız ben miyim dehşete kapılan? Daha otuz yaşımın güzelliğine adapte olamadan hayatın benim için sürprizler hazırladığından haberim yoktu tabi…

Ah, seslerinizi duyar gibiyim; ne mi oldu? Çok sevgili odun kocam olaylara dâhil oldu desem bir şeyler çağrışır mı acaba? Peki ya, yardımcı kadın oyuncu rolünü çakma bir sarışına vermiş desem, şimdi yandı mı ampuller! Durun durun, paniğe mahal yok! Hikâyesi tam da aldatıldığı noktada başlayan bir kadın düşünün. Hovardalığın sınırlarında ısrarla gezinen kocasını bir çırpıda boşayan; hamur açarak kendine antidepresan tedavisi uygulayan; otuzunda, bıraktığı okuluna dönecek kadar gözü kara; az biraz çatlak; iç sesinin çenesi düşük mü düşük bir Havva kızı…

Düşündünüz mü? Kim mi o? Bendeniz Nazlı! Tam bu noktada hayallerinizin vücut bulmuş hali olan bir hoca düşünün. O ki; okulda hoca, kızına baba, banaysa kocaman bir çikolatalı pasta! Ya da yok yok, onu düşünmeyin! O kısım bana kalsın. Laf aramızda ben kıskanç bir kadınım! Siz bunun yerine büyümüş de küçülüvermiş, lafı cebinde, elleri belinde, mini minnacık bir Peri kızı ekleyiverin bu hikâyeye. Tadımızdan yenmez olduk değil mi! Bence de! Gerisi… Gerisi sayfalarda! Hadi kulak kabartın da bir parça dertleşiverelim!
(Tanıtım Bülteninden)


Merhaba, merhaba
Birkaç yıl sonra tekrar bloga döndüğüm gibi, aynı birkaç yıldır yapmadığım kitap incelemelerine kollarımı sıvamaya karar verdim. Fakat bu öyle kitap incelemesi falan olmayacak ne ben profesyonel bir eleştirmenim ne de içime kaçan bir adet Nazlı benim girdiğim kitap dünyasından çıkmama izin veriyor. Evet okuduğunuz gibi içime bir adet Nazlı kaçmış durumda, onun ötesinde aldım ben onu haneme kardeş belledim, öyle yapıyorum bu yorumu. Şimdiden söyleyeyim.
 
İtiraf etmeliyim ki, nedendir bilinmez, yaklaşık yarım yıldır kitap okuyamaz durumdaydım. Benim gibi günde üç kitap bitirebilme kapasitesine sahip deli bir kitap kurdu için ne kadar zor bir durum, gerisini siz düşünün. Artık 19 Nisan pazar günkü İzmir Tüyap'tan sonra, daha doğrusu üç gün sonra, bir geldiler bana. YETER ULEYYYN! modunda sarıldım kitaba. Bünyemin bir romantik komediye ihtiyacı varmış da benim haberim yokmuş, hatta romantik komedinin ötesinde bir adet Nazlı'ya ve ortalığı karıştırmaya meraklı Peri'ye ihtiyacı varmış. (Kız çocuk delisi biri olarak elbette bittim Peri'ye...)
 
"30 Yaşındaysanız Hayat Gerçekten Zor" kitabın adı dahi ne kadar kendisine çekiyor değil mi? Bilinen bir şey ki kadınların çoğunda yaş sendromu vardır, hele otuz yaş ki dönüm noktasıdır. İşte bir böyle bir sendromun ortasına bir de Nazlı gibi bir karakterle dalıyoruz ki tadından yenmeyen bir roman karşımıza çıkıyor. Nazlı'nın kendisiyle konuşması, karakterini anlatışı yazarın muzip diliyle öyle birleşiyor ki istemeseniz bile siz kapılıp gidiyorsunuz ve dört saat sonra bir bakıyorsunuz ki kitap bitmiş... Öyle bir dünya...
 
Kurguya Nazlı'nın dokuz yıllık kocasını yatakta, hem de kendi yatağında, bir sarışın kadınla yakalamasıyla giriyoruz ama bizim hatunumuz öyle "benim kocam nasıl yapar" triplerine girecek birisi değil. Soğukkanlı bir şekilde kahvesini içiyor ama intikamını da içimin yağlarını eritecek bir şekilde alıyor. Sonrasında ise Nazlı'nın yeniden hayata karışmasını izliyoruz ama ne karışma! Okuluna dönüyor, kendisine gıcık olan eski okul arkadaşının tüm negatif bakışlarını üzerine çekiyor ve Best Model bir hocayla, artı olarak onun bilmiş kızı benim favorim Peri'yle tanışıyor.
 
Kitap Nazlı ve Nazlı'nın talihsizlikleri olarak da adlandırılabilirmiş, evet bu bir kurgu ve bu Nazlı'nın masalı... Açıkçası bayıldım o talihsizlikleri okumaya, okudukça Murphy kanunlarının içinde Polyannayı arayıp durduk. Nazlı'nın üç buçuk atmadan dört dörtlük yaşamaya yürüyüşünü yüzümde eksilmeyen bir gülümseme ve arada ev halkının bana "ne oluyor" diye baktığı kahkahalarla bitirdim. Buradan Burçin'ime çok çok teşekkür ediyorum böyle bir dünyaya beni yerleştirdiği, düşündükçe içimde kahkahalar uçurduğu için. Ve tebrik ediyorum böyle güzel bir komedi yazabildiği için, zor hem de ne zor, bizzat kendimden biliyorum.

Son olarak kitabın çikolatalı pasta tadındaki dünyasına ve anlatımına çok hoş gidecek kek tadındaki bir şarkıyla yazıma veda etmek istiyorum.
 
 
(Not: Bu tamamen, iç dünya anlatan bir yazıdır.)

21 Nisan 2015 Salı

Yorgunluk ve Kahkaha

 
 
Bu dünyada insanı en çok yoran şey nedir diye sorsalar herkes farklı bir yanıt verecektir. Biri der ki sevdikleri, biri maddiyat, biri aşk, biri dostluk...  Bir şeylere kurban olup, kurban etmeye çalışarak... Ancak bu şekilde sıyrılacakmış gibi... Yorgunluğun yarattığı mutsuzluğun asıl kaynağı unutulacakmış gibi...

 
Bana göre bu dünyada insanı en çok yoran şey fazla düşünmektir. Beyninin içinde seni didikleyen bir girdap vardır ve karşına ne çıkarsa çıksın kapılırsın o girdabın akışına... Engelleyemezsin gözlerini kör eden, hatta yeri gelip de ruhunu kilitleyen düşünceleri... Karanlık, olumsuz her düşünce kendin olarak oluşmaya çalıştığın o kule de, her seferinde, bir tuğlayı kırıp yeni baştan başlaman gerekirmiş gibi hissettir. Hatta bazen öyle bir noktaya getirir ki hangi tuğlayı koyacağını bilemezsin, belki yeri gelir tuğlayı da kuleyi de unutuverirsin. İşte bilemediğin o noktada başlar yorgunluk. Bir şaşkınlık, belki umursamazlık halidir bir de ona eşlik eden...

Belki bir pembe gözlük bakışı olacak bu lakin yorgun da olsa insan ilk başta kendisini sorgulamalı, kurbanlığa, unutmaya yönelmeden. Eğer insanlarsa kıran, insanları tanımayı öğrenip beklentilerini düşürmeli... Maddiyatsa, paranın aslında bir ruhtan daha önemli olmadığını, o anı yok edemeyeceğini görmeli... Sevgiyse kıran, sevmenin sadece onda başlayıp onda bittiğini hatırlamalı... Yorgunluğu yumuşatacak tek kavram mutluluktur ve kahkahalardır, mutluluksa insanın kendi ruhundan geçer...Her insanın yorgunluğunun hafiflemesi ve mutluluğuyla dolacak anlarla karşılaşması, en güzel kahkahaları bulması dileğiyle...

17 Nisan 2015 Cuma

Hayalden Gerçeğe Dönüş mü?

 
Ne yalan söyleyeyim, blog yazmak ve blog yazmaya dönmek benim için kolay değil. Yazma konusunda çok istikrarlı bir insan olduğumu söyleyemem, ancak ilhamın yelleri üzerime estiğinde oturup bir şeyler karalayabilenlerdenim ben. Şöyle bir bakıyorum da yalnız kurgu oluşturmak dışında yazmanın tatlı rahatlayışını da özlemişim, bir şeyler paylaşmayı, kendimi anlatmayı...
 
Uzun süre sonra, neye değineceğim bilmiyorum. Aslında pek bir şeye değinmek veya bir konu üzerinden gitmek gibi de olmayacak. Başlık bile öylesine genel ki hangi ucundan tutsan bir sonuca ulaşabilirsin. O yüzden serbest takılacağım.
 
Bugün kardeşimle uzun süre sonra birlikte vakit geçirelim dedik ve "en" favori aktivitemiz olan sinemaya gitmeye karar verdik. Sinemalardan kalkmadan da "Kuralsız"ı yakalayabildik. Bir film değerlendirmesi yapmayacağım. Ama değinmeden geçemeyeceğim, güzel filmdi, bir baş yapıt değildi ama tüm düşüncelerimden uzaklaştırdı beni.
                                                 (filmden bir sahne, sözle birlikte konu ne de ironik oldu)

İşte o uzaklaşma noktasında, filmde bağlandığım hayal dünyasında kopmak istemedim. Sinemadan çıktığımda karnımda yine o bilindik burulma hissi vardı. Gerçek dünyaya dönmek istemiyor, hep o anda filmin heyecanında kalmak istiyordum. Hayal gücünün heyecanında... Bu bir "delilik" mi yoksa gerçek dünyadan kaçma isteğimi bilemem ama küçüklüğümden beri düşündüğüm soruyu hatırlatıyor bana.
 
"Eğer hayal gücü denen şey olmasaydı bu dünya ne ile nefes alırdı?"

Aslında şöyle çevremize baktığımızda, bugün kullandığımız ne varsa bir zamanlar bir insanın hayalindeydi. Ne garip ama ne heyecan verici bir şey değil mi? O yüzden hiçbir insan hayallerini ve onun verdiği gücü kaybetmemeli...



9 Haziran 2013 Pazar

Benim Sözlerimi Söyle


Sözlerimi söyle…

Beni al sen yap…

hayallerimi düşle…

Hepsi ben ya,yine hepsi sen…

yalvarışların aslında içimdeki

Ve içimde yankılanan haykırışlar senden gelir…

Rüzgarın donuk sessizliğine uyduğunda kıvrılırım bulutlara

Bir yaprağı sözlere vurduğunda,

çiğ tanesi olurum dudaklarında…

Üzerine toprak olurum sen buğday tohumu olduğunda ve

sen ben olursun sonunda…

Hangi zamanın efendisi olursan

an olurum sana köle…

Ellerini tutarım, kendini denize bıraktığında

Ve deniz olursun ya, seni tamamlayan gök olurum bazen

Bazen ada olurum, saçlarımı okşarsın…

İçime tuzlu göz yaşlarımı akıtır, kumsalımda dinlenirsin bir süre…

Kızarsın ya arada, kayalarımı parçalarsın…

Sakinleşirsin sonra,gözlerime bakarsın,

sonsuzluk gibi…

Beni her şeye,hepsine inandırısın…

En çok da senin ben olduğuna